Mutluluğu Çizen Ressam

   1903’te İstanbul Moda’da bir konakta başlayıp, 20 Temmuz 1967’de Mane’deki bir yaşlılar bakım evinde sona eren, yürek burkucu, hüzünlü, çalkantılı, yokluk ve sefalet içinde geçen ama umudun hiç tükenmediği bir yaşam hikayesinin kahramanı: FİKRET MUALLA 

Ailesi bebeklerini kız beklerken, kucaklarında bir erkek çocuk bulurlar. Yine de kız çocuk için hazırladıkları Mualla isminden vazgeçmez, Fikret ismini ekler, böylece bebeğin ismini Fikret Mualla koyarlar. Kız çocuğuna duyduğu özlem nedeniyle anne Nevber Hanım, küçük yaşlarda oğluna kız kıyafetleri giydirerek, onu İstanbul’un güzel semtlerine gezmelere götürür. O gezmelerde elini tutan annesinin avcunun sıcaklığını, Mualla ömür boyu avcunda hisseder.  

Baba Ekrem Bey, Düyunu Umumiye’de ikinci müdürdür. Gururlu, sert, otoriter bir mizaca sahiptir.  Bu sebepledir ki; Mualla babasından sürekli azar işitirken, annesi Nevber Hanım tarafından öpücüklere boğulup, şımartılan bir çocukluk yaşar.  

Mualla futbolu çok sever. Çocukluğu Kuşdili çayırında futbol oynayarak geçer. Yatılı olarak Galatasaray Lisesi’ne devam ederken de futbol oynamaya devam eder. Bir gün okulda top oynarken ayak topuğuna yediği darbe onu sakatlar. Alçı çıkana kadar evde bakımı yapılır. Ancak iyileşip okula döndüğünde hala topallamaktadır. Artık çok sevdiği futbolu ömrü boyunca oynayamayacak, yalnızca izleyecektir. 

   15 yaşına kadar Mualla, mutlu bir çocukluk yaşar. Ancak okulda kaptığı İspanyol gribi, hayatının acıklı bir hikayeye dönüşmesine sebep olur. Annesi Nevber Hanım bulaşıcı ve tehlikeli olan bu hastalığı iyileştirmek için oğlunu eve getirtir. Özenle bakıp oğlunu iyileştirirken, hastalığı kendisi kapar. Ne yazık ki Nevber Hanım’ın hastalığı çok ağır geçer ve 38 yaşında vefat eder. Annesinin ölüm sebebi olarak kendisini gören ve suçlayan Mualla’da oluşan ağır psikolojik travma adeta hayatını esir alır. Ömrü, bu travmanın ruhunda yarattığı enkazla darmadağınık ve çalkantılı geçer. 

Baba, Ekrem Bey, 45 yaşlarında geliri iyi, yakışıklı ve çapkın bir adamdır. Tüm bekar ve dul kadınların ilgi odağıdır. Eşinin kırkı çıkar çıkmaz eve yabancı bir kadın alır. Kıskanç bir hizmetçi, hafta sonu eve gelen Mualla’ya durumu fısıldar. Sinirli, uyumsuz ve afacan bir mizaca sahip Mualla, annesinin yatağında başka bir kadın fikrini kaldıramaz. Hizmetçiden, kadın eve geldiğinde haber vermesi için söz alır. Hafta içi haber gelir, Mualla okuldan kaçar, soluğu evde alır. Gözü kararmıştır, annesinin öcünü alacaktır, gücü tükeninceye kadar kadını döver. Çığlık sesleri mahallede çınlar. Bu rezaletten sonra akrabaları Ekrem Beyi, güzel bir çerkez kızı olan Behice Hanım ile evlendirirler. Mualla, üvey anne fikrini de kaldıramaz ve Behice Hanıma evde eziyet eder. Hatta bir akşam çıkan bir tartışmada babasını döver. Bunun üzerine Mualla özel bir kliniğe yatırılır. Ama bu çözüm değildir. Kısa bir süre sonra klinikten çıkacak ve yine aynı sorunlar yaşanacaktır. Ekrem bey, Mualla’yı İstanbul’dan uzaklaştırmak maksadıyla, mühendislik okuması için Zürih’e göndermeye karar verir. Bu fikir, Mualla’da evden atıldığı hissi yaratır. 

   1919’da henüz 17 yaşındayken yüreği buruk, tarif edilemez üzüntülerle Zürih’e gider, bir süre sonra oradan Berlin’e geçer. Mühendislikten nefret eden Mualla için Berlin, hayatının evrildiği yer olur. Çünkü orada gencecik ressam Hale Asaf’la tanıştıktan sonra, mühendisliği çöpe atıp, ressam olmaya karar verir. Zaten Galatasaray'da da en sevdiği ders resimdir. Bu arada Hale Asaf’a aşık olur. Fakat Hale Asaf’ta bu aşka karşılık bulamaz. Berlin’de yaşadığı tek platonik aşk bu değildir. Bir Alman kadına da aşık olur. Kadın, ‘’akıllısın, zekisin ama çirkinsin hem de topal’’ diyerek Mualla’nın aşkını reddeder. Berlin’de geçirdiği yıllarda topallık, utangaçlık ve karşılıksız aşkların onda yarattığı üzüntünün de etkisiyle yalnızlaşarak, kendini içkiye verir. Bunun neticesi 1928’de alkol bağımlılığı tedavisine varır.  

Daha sonra sanat konusunda çalışmak için İtalya ve Fransa’ya gider. Babası mühendislik eğitimini bıraktığını öğrenince gönderdiği harçlığı keser. Geçim sıkıntısına düşen Mualla İstanbul’a döner. Galatasaray Lisesi’nde öğretmenliğe başlar ama bir süre sonra maaşı az diye oradan ayrılır. Ayvalık Ortaokulu’na tayini çıkar. Ayvalık’ta elektriksiz bir hayatın mevcudiyeti onu çok rahatsız eder. “Elektriğin olmadığı yerde resim mi yapılır?’’ diyerek oradaki vazifesinden de ayrılır ve İstanbul’a gider.  

İstanbul’a döndüğünde opera kostümleri ve dergilere desenler çizer. Kitaplara, gazetelere resimler yapar. Bu dönemde soprano Semiha Berksoy ile tanışır, onun sahne kostümlerini çizer. Semiha Berksoy’a yakın olmak için Beyoğlu’na taşınır. Yine aşık olmuştur ve yine karşılıksız.  

   İstanbul dönemi Abidin Dino ve Arif Dino ile kurduğu arkadaşlık ile geçer. Günlük kazanan, günlük harcayan çoğunlukla yokluk çeken, hayatın tüm güzelliklerini ve dertlerini birlikte paylaşan, daima birbirlerine destek olan dostlukları vardır. Genellikle Ayasofya’nın avlusundaki bir kahvede güne başlarlar. Mualla yanından ayırmadığı resim malzemelerini sohbet sırasında masaya çıkarıp, gördüğü manzaraları çizmeye başlar. Bu sırada birçok tanıdık ve arkadaşları masalarına uğrar. Herkesin sevdiği, sohbet etmekten ve vakit geçirmekten keyif aldığı bir ekiptir onlar.  

   Mualla resim yapmadan önce manzaraya bakar, gördüğünü anlayıp akıl süzgecinden geçirdikten sonra onu resmeder. Haliç’te, mezarlıklarda, cami avlularında, Ayasofya’da, Boğaz’da, Eyüp’de, Erenköy’de peyzajlar, portreler yapar. O dönemde açık havada ressamın resim yapması hiç de kolay bir iş değildir. Halk onların kötü niyetli işler karıştırdığını düşünür, iyi gözle bakmaz, rahatsız edip sorun çıkarırlar. “Adamın biri gelmiş, Karacaahmet’te mezar taşlarına bakıp, onları çiziyor. Mutlaka niyeti kötüdür bu adamın, başımıza kötü işler açar’ gibi fikirlere kapılıp ressama musallat olurlar, sonu kavgaya, dayağa bile varabilir. Zor iştir o zamanlar açık hava ressamlığı.   

Mualla kendi üslubuyla resim yapan, kimseyi taklit etmeyen, hiçbir ekole dahil olmayan bir ressamdır. Yaptığı resimler o dönem İstanbul sanat çevresinde kabul görmez ve hatta aşağılanır. Mualla da bu dönemde edebiyata yönelir. Kendisini benzettiği Schiller hakkında 1932’de bir kitap yazar. 1938’de de Ses dergisinde iki öyküsü yayınlanır: Usera Karargahı ve Masal. Nazım Hikmet’in Varan 3 adlı şiir kitabını ve Benerci Kendini Nasıl Öldürdü? oyununu resimler. 

Mualla’yı anlayan ve sanatını beğenen sanatseverler de vardır İstanbul’da. Bunlardan biri, daha sonraları kızı eski cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk’le evlenecek olan Salah Cimcoz’dur. Cimcoz, Moda’daki konağında Mualla’ya çalışması için mekan tahsis eder. Mualla orada hem çalışır hem de Cimcoz’un üç kızına resim dersi verir. Cimcoz’un Mualla’ya karşı yaptığı bu iyi tavır pek de iyi sonuçlanmaz. Bir akşam içki masasında aralarında çıkan ateşli bir tartışma sonucu, Mualla’nın kendisini kaybederek söylediği sözler ve davranışlar nedeniyle hakkında soruşturma açılır. Polislik olduğu tek konu bu değildir Mualla’nın. Başka bir akşam da gittiği meyhanede yer bulamaz, tanıdığa da rastlamaz ve çıkmaya karar verir. Çıkarken duvardaki Atatürk portresine gözü takılır. Bir Alman ressam tarafından yapılmış bir portredir. Ressamın tekniğini beğenmez ve resmin yapılış tarzını eleştirir. Dolmabahçe’de aşçılık yapmış bir kişi de müşteriler arasındadır. Konuyu resme ve ressama değil de Atatürk’e yapılmış bir hakaret olarak algılayarak Mualla’yı gizlice ihbar eder. Polis Mualla’yı yakalayarak karakolda işkence eder. Bu durum Mualla’da büyük travmaya yol açar ve ölene kadar polis korkusu, takip edilme korkusu, öldürülme korkusu yakasını hiç bırakmaz. 

Mualla’nın uyumsuz kişiliği, alkol alınca kendini kaybedip etrafa küfürler savurması, kendine hakim olmayıp başına buyruk davranarak tanıdığı tanımadığı herkesle kavgaya tutuşması, isyankar tavırları gibi sebeplerle bir süre Bakırköy Akıl Hastanesi’nde yatırılır. O sıralarda hastanenin başhekimi olan Mazhar Osman için, ’’Mazhar Osman, insanları saadete ulaştıran büyük bir Türk’tür’’ der. Oradaki oda arkadaşı Neyzen Tevfik için de ‘’biraz edebiyat bilgim ve zevkim varsa onu, Neyzen Tevfik’e borçluyum’’ ifadesini kullanır. 

Mualla yaşadığı bu travmalardan sonra kesinlikle Türkiye’yi terk etmeye karar verir. Polis ve mahkeme korkusuyla yaşamaktansa Paris’e gitmeyi yeğler. Gitmeden önce, Abidin Dino'nun ricası üzerine 1939 Uluslararası New York Fuarı Türk Pavyonu için İstanbul konulu 30 kadar tablo yapar.  

1938 sonlarında Sirkeci Garı’nda Orient Express’e biner. Onu Avni Arbaş ve Edip Hakkı yolcu eder. Tren kalktığında bir daha dönmeyeceği İstanbul’dan, 26 yıl boyunca yaşayacağı Fransa’ya doğru yol alır. Ağlamaklı... 

   Paris yılları da çok parlak geçmez. Tek ve en iyi bildiği iş, resimdir. Kimseye özenmeden, taklit etmeden, kendi tarzıyla, içinde insan olan, dışarıya mutluluk hissi veren resimler yapar. Resimlerinde bozuk ruh haline ait izler görülmez. İnsan figürleri belirli kişilere ait değildir, yüzlerini tanıyamazsınız, yalnızca orada olması gereken, çabucak çizilmiş insanlardır. Hayal ettiği mutluluk, resimlerinin konusudur. Eserleri seyirciye keyif verir, neşe katar. Resimlerinde Paris görüntüleri, Notre Dame Kilisesi, lokantalar, kahveler, barlar, çalgıcılar, berberler, sokaklar, gemiler, natürmortlar, kuşlar, balıklar, burjuvalar, hastalar, melankolikler ve deliler vardır. Her kesimden Paris halkını günlük koşuşturması, yaşantısı içinde resmeder. Ellerinde balon tutan çocukların anneleriyle birlikte olan görüntülerine çok yer verir. Bu, güzel geçen çocukluğu ve annesine özlemin dışavurumudur. Mualla’nın natürmortlarında çiçek çok göremezsiniz, daha çok sebze, meyve ve şarap vardır. Bunun sebebi geçim sıkıntısı hiç bitmeyen Mualla’nın, yemek yapmak için aldığı malzemeleri önce çizmesi, sonra yemek yapmasıdır.  

Tüm resimlerinde canlı ve parlak renkler kullanır, belki amacı bunalımlarını, depresif ruh halini bu şekilde gizlemektir. Mualla’da mutluluk özlemi nedeniyle, anlatımında da mutluluğa erişme özlemi vardır. 

   20. Y.Y.’ı ikiye bölen soyut-somut resim tartışmasında Mualla, resim yapmaya başladığı zamanlarda soyut resim türünü seçer ve bu çalışmaları başarıya ulaşır. Ama Mualla yaşam ortamından, sokaktaki insandan, halk çoğunluğundan kopmak istemez. Bu nedenle daha sonraları anlatımlı resmi yeğler, doğruluk dışında kalmak istemez. Duygu ve düşüncelerine bağlı kalarak, yapmacıksız, yalın bir dil kullanıp, kendi tarzını oluşturur. Kendine özgü kişisel yapısıyla, içtenlikle yaptığı resimlerinin anlaşılmasını ve sevilmesini ister. Dünyayı gördüğü gibi anlatıp, yansıtmak Mualla’nın mutluluğudur. 

Mualla’nın ölüme karışmış uçsuz bucaksız anne sevgisi nedeniyle, kadınlar, onun için hem çekici hem de itici olurlar. Mualla’nın bulaşıcı hastalığını iyileştirmek için annesinin bizzat kendisine bakması ve sonuçta hastalığı kendi kapıp ölmesi nedeniyle, annesinin kendini kurban ettiğine inanır. Ömrü boyunca Mualla için çok kahredici bir düşünce olur bu durum. Annesinin ölümünden sonra sürekli dövündüğünü söyler. Belki tüm bu düğümler çözülebilirdi; yeterli maddi imkanlara sahip olsa, sevdiği ve sevildiği bir kadınla hayatını kursa ve o kadının sıcak ilgisine maruz kalsa... Her şey daha farklı gelişebilirdi Mualla için. Kendi geçimini sağlayamamış bir adamın, bir kadınla yaşaması veya evlenmesi ona göre sorumsuzluktur. Bu nedenle resim uğruna yaşadığı sefil hayatı kimseyle paylaşmaz, ömür boyu yapayalnız bir hayat geçirir. Mualla çok duygusal bir mizaca sahiptir, ona göre aşk parayla satın alınamaz. Bu nedenle ‘’genel kadınlarla’’ girilen ilişkilere de sıcak bakmaz, onu tiksindirir. Aşksız cinsel ilişkiye tepkilidir. Mutluluğu resimlerinde bulan Mualla düşlerinde kurduğu kadınların hayallerini resimlerine taşır, onları içten gelerek resmeder. Kadınları değil, kadınlığı çizer Mualla.  

O zamanlar Paris’te resim ticareti tamamen sömürü sistemi üzerine kuruludur. Galericiler, simsarlar ressamla sözlü kontrat yapar, onu adeta karın tokluğuna çalıştırıp, resimlerini çok düşük fiyatlara alır, yüksek fiyatlara satarlar. Ressam, eserlerinin müşterilere ne kadara satıldığını bilmez, zaten bu konuyla da ilgilenmez, o gün karnı doyacak mı ona bakar. Sergisi açılacaksa, daha davetiyeler dağıtılmadan önce, simsarlar ressamın eline iki kuruş para tutuşturup, onu tatile gönderirler. Sergi bitene kadar ortamda olmasını engellerler. Amaçları ressamın, eserlerinin piyasadaki satış fiyatlarını öğrenmemesidir. Kısaca; uyandırmazlar ressamı. Böylece simsarlar resim piyasasını parmaklarında oynatır ve büyük kazançlar sağlarlar. Ekmeğini yedikleri, sefasını yaşadıkları emeğin kıymetini bilmezler. Ressamı yokluğa, açlığa, hiçliğe mahkum edip, adeta süründürürler. Mualla da bu bozuk düzenin kurbanı olur. Hayatı boyunca sürekli resim yapan ve satan Mualla’nın ev gibi bir evi hiç olmaz, refah içinde rahat ve düzenli bir hayat yaşamaz. Yeterli parayı kazanamadığı için bir aileye sahip olmak gibi hayaller bile kuramaz. 

Mualla da sözlü kontrat yaptığı simsarla çalışır ama kazancı tabii ki yeterli gelmez. Cebinde parası olmadığı vakitlerde, gittiği barlarda içki karşılığında resim yaptığı da olur. 1954’te Paris’te ilk sergisi açılır. Tüm tabloları satılır ancak sergiyi organize eden iki tablo simsarı ona vadettikleri payı vermeyerek, dolandırırlar. Ama bu sergi sayesinde Mualla, Paris sanat çevresinin dikkatini çeker, tanınan, bilinen bir ressam olur. Picasso’nun da ilgisini çeker, Mualla’yı atölyesine davet eder, ona bir tablosunu hediye eder. Tekrar davet alsa da Mualla bir daha atölyeye gitmez. Hediye tablo hakkında da rivayetler çok; rakı karşılığında ya da 15 günlük tatil parası karşılığında ya da bir akşam yemeği karşılığında vermiş olduğu gibi... 

1956’da da ikinci sergisini açar. 

Mualla’nın içince kendinin kaybetmesi, etrafındaki insanlarla kavga edip huzursuzluk çıkarması nedeniyle iki kez akıl hastanesine yatırılır. Her seferinde hastaneden sağlığına kavuşmuş ve dersini almış olarak çıkar. Ama Mualla’dan bahsediyoruz; kısa sürer bu iyilik halleri, tekrar içmeye başlar. Simsarlarla da arası açılır. Bu arada beyin kanaması geçirir, kısmi felç olur. Bir süre hastanede kalır. Hastane çıkışı düzelmiştir ama iyi bir bakıma ve sağlıklı beslenmeye ihtiyacı vardır. 

Madam Angles, Mualla’ya değer veren onun resimlerini alan ve uzun zamandır ona destek olan bir koleksiyonerdir. Bu zor zamanında Mualla’ya kol kanat geren kişi de o olur. Hastane çıkışı Mualla’yı evine alır, yaşlı hizmetçisini de ona tahsis eder. Bakımı, yemesi içmesi kontrol altına alınmış olur. Ama Mualla o evde kendini bir kafesteymişçesine hisseder. Evin eşyaları da hiç tarzı değildir; adeta üstüne üstüne gelirler. Bir süre sonra çıkıp, yakın çevredeki barlarda içmeye başlar. İçip eve döndüğünde, rezalet çıkardığı, eşyaları kırıp döktüğü de olur. İhtiyar hizmetçi bu durumları gizlese de Madam Angles’in kulağına gider. Paris’te kaldığı sürece barlardan ve içkiden uzak kalamayacağını anlayan Madam Angles, Mualla’yı Alp Dağları eteklerinde bulunan Reillanne köyündeki evlerine göndermeye karar verir. Mualla Paris’ten ayrılmayı hiç istemese de kendisi için en iyi fikrin bu olduğuna karar verir. 1962 yılının Ekim ayında köye gider. Dağ köyünün en tepesindeki bir evde yalnız yaşamaya başlar. Ömründe ilk defa ev gibi bir evi vardır; mutfaklı, taraçalı, sobalı.. Manzarası da güzeldir. Köyün iyi bir lokantası, kahvesi ve konuksever, sıcak, güneyli halkı vardır. Yemeğini, temizliğini ve bakımını yan komşusu üstlenir, sevgiyle ve şefkatle bu işi yapar.  

Madam Angles biliyordu ki; Mualla’nın mutluluğa erişme yolu resim yapmaktır. Mualla’nın köyde hayata bağlı kalması ve dağılmaması için kira karşılığı her ay 4 resim ister ondan. Kendini içkiye verdiği ve ataklar geçirdiği zamanlarda haftalarca resim yapamadığı olur. Böyle zamanlarda Madam Angles, Mualla’ya kendini toparlaması ve hayatını düzene sokması maksadıyla resim yapma konusunda baskı yapar.  

   Köyde kaldığı yaklaşık 5 yılın, ilk yılları iyi geçer. Kışları kar her yere bastırınca en tepedeki evde yapayalnız kalmak Mualla’yı çok zorlar. Son yılında aylarca kapalı kalmak, içkiyi aşırı tüketmek, yalnızlık Mualla’nın ruh halini iyice bozar. İş çıkmaza girip, evde idare edilemeyecek hale gelince Mane’deki yaşlılar bakım evine yatırılır. Orada gözetim altında olmak Mualla’ya şifa olurken, hastaların hepsinin yaşlı ve ölümü bekliyor olması ona hiç iyi gelmez. Çok çabuk çıkmak ister bakımevinden. Arkadaşlarına adeta yalvarır onu almaları için. Ama nafile. Bir gece uykusunda son nefesini verir.  

Mualla kağıt üstünde kimsesiz göründüğü için kanunlara göre kimsesizler mezarlığına gömülür. Bu çok acı, hüzünlü, yürek yakan bir sondur. 

  Mualla’nın zamanında İstanbul’da ders verdiği Salah Cimcoz’un kızı Emel Hanım Cumhurbaşkanımız Fahri Korutürk’ün eşidir. Emel Hanım, Mualla’nın akibetini öğrenince çok üzülür. 1974 yılında onun girişimiyle Mualla’nın kemikleri İstanbul’a getirilip Karacahmet mezarlığına defnedilir.  

Huzur içinde uyu FİKRET MUALLA SAYGI. (Gürbüz,S.2021)