Bir Ressam Yunus Emre

İbrahim Balaban

- Bir Ressam Yunus Emre -

 

   1921.. Yer Bursa’ya bağlı 200 haneli Seçköy. Köyün standartlarına göre biraz daha varlıklı ve eğitimli bir ailenin İbram Ali adında bir oğulları dünyaya gelir. Anne Ayşe Hanım ev hanımıdır. Baba Hasan Çavuş ise İstanbul’da “Küçük Zabit Okulu”nda eğitim görmüş, köyde sürekli kitap okuyan, görmüş geçirmiş aydın bir köylüdür. Köy muhtarı olan Hasan Çavuş, şehre indikçe Halk evleri kanalıyla köye küfelerle kitap getirir. Köy halkına kitapları dağıtır, mümkün olduğunca okumalarını sağlar. O zamanlar henüz 4 yaşında olan İbram Ali de bu kitapların birinde kanatlı bir öküz görür. İlgisini çeken bu öküze günlerce bakarak, resmini çizmeye çalışır.  

İbram Ali 7 yaşına geldiğinde Seçköy’deki 3 sınıflı eğitim programı uygulayan ilkokula başlar. 1931’de mezun olur. Köyündeki çocuklara kıyasla öğrenmeye çok daha meraklı ve büyük hayalleri olan bir çocuktur. Ailesine ve köylülere göre tuhaf, anlaşılması zor kişiliğe ve garip hayallere sahiptir İbram Ali. Çevresindeki herkese çocukça ve gereksiz gelen o hayallerin, İbram Ali’yi köyün çok daha ötesinde, onu İbrahim Balaban yapacak bir yerlere götüreceğini kendisi dışında kim tahmin edebilirdi ki o zamanlar.

   Büyüdükçe, okudukça sürekli köyden ayrılma hayalleri kurar ve tıpkı babası gibi iyi bir eğitim almak için ailesini zorlar. Ailesi bunu sağlayacak olanaklara sahip olmasına rağmen, onun isteklerini görmezden gelir. Köyden ayrılma isteğine ve daha üst okullarda eğitim görme hayallerine sessizce direnirler. Bu durum, aralarında gizli bir çatışmaya yol açar. İbram Ali köy işlerini yapmayarak gizliden gizliye bir isyana başlar ve köy sınırları dışına taşan hayallerini içinde hep canlı tutarak onlara sadık kalır. Babası, oğlunun bu hayalperestliğini aslında anlayışla karşılar ama yine de 15 yaşına gelene dek kendi direnişini sabırla sürdürür. 

İbram Ali o yaşlarda babasını örnek alır. Babası gibi kitaplara tutkuyla bağlanır, durmaksızın okur. Köye gelen çerçiden aldığı; Aslı ile Kerem, Tahir ile Zühre, Arzu ile Gamber kitaplarını okur. Yalnızca okumayı değil, yazmayı da sever. Kendisine bir anı defteri alarak, yaşadıklarını, gördüklerini, hissettiklerini yazmaya başlar. Aslında günlüktür yazdıkları. Yazdığı günlüklerin birinde ‘’Bugün Nisan'ın 10’u. Köye tahsildar geldi. Babam muhtar olduğundan, vergisini vermeyenlerin tavasını, kazanını bizim dama doldurdular’’ yazılıdır. Bunları kaleme alırken bir yandan da çevresinde gördüklerinin desenlerini çizmeye başlar. İbram Ali durmaksızın okur, yazar çizer. Farkında olmadan edebiyat ve sanat adamı olma yolunda attığı ilk adımlardır bunlar. 

Seçköy’de yaşayan köylülerin geçim kaynakları tarım ve hayvancılığın yanı sıra tarlalarında yetiştirdikleri tütün ve Hint keneviridir. Yetiştirilen bu ürünleri yasalara göre köylüler yalnızca devlete satabilirler. Devlet de kenevirin bir kısmını satın alır, geri kalanına yasak koyar. Geçim derdine düşmüş yoksul köylülerden uyanık olanları da, devletin koymuş olduğu bu yasağı delecek yasa dışı yollar bulurlar.  

Pıtır İsmail ve Çete Hasan lakaplı köylüler, İbram Ali’nin babası Hasan Çavuş’tan borç para alırlar. Ama geri ödemede zorlanırlar. Borçlarını ancak kenevirleri işleyip, paraya çevirdikten sonra ödeyebileceklerini söylerler. Eğer acil olarak alacağını istiyorsa, ellerindeki keneviri işlemek için kendilerine yardım edecek iki adam bulup, köyün üst tarafındaki çalıştıkları mağaraya göndermesini isterler. Hasan Çavuş da köyden adam bulamayınca, alacağını bir an önce almak niyetiyle İbram Ali ile yakın arkadaşı İlez’i (Laz İsmail) onlara yardıma gönderir. İki arkadaş mağaraya vardıklarında, jandarmanın önceden kurduğu tuzağa düşüp, yakalanırlar. Jandarma, dörtlüyü köyün altındaki Sarpdere’ye indirip, işkenceyle sorguya çeker. Ardından köyden Hasan Çavuş’u da alarak Bursa Cezaevine koyarlar. Mahkeme bir süre sonra babasını salıverirken, dörtlüye bir yıl hapis ve 16 bin lira para cezası verir. Ancak yaşı küçük olduğu için İbram Ali’nin hapis cezası altı aya düşürülür. 

Bir süre sonra arkadaşı İlez, kendisinin bu işte hiçbir suçu olmadığını, başına bu belayı Balaban ailesinin sardığını söyleyerek, İbram Ali ile yollarını ayırıp Balaban ailesine karşı düşmanlık etmeye başlar. 

   Hapishanenin ismi bile soğuk, itici ve ürkütücüyken, orada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hayal edebilir miyiz? Bir insan için hapishaneye girmek hayırlı ve mucizevi bir olay olabilir mi? Evet olur; hapishane bir insan için mucizeler yaratabilir, onun hayatının iyi bir yere evrilmesinin sebebi olabilir ve kurduğu hayallerin gerçekleşmesini sağlayacak aydınlık bir yol açabilir ona. İşkence görerek ve çok bahtsız bir şekilde girdiği Bursa Cezaevi, İbram Ali için mucizenin başlangıcıdır.  

1937’de girdiği cezaevinden 6 ay sonra 1938’de tahliye olur. Ancak ailesi 16 bin lira para cezasını ödeyemeyince, mahkeme cezayı 3 yıl mahkumiyete çevirir. İbram Ali buna çok sinirlenir, kaçarak komşu köylerin birinde babasının arkadaşının evinde saklanır. Ancak jandarmanın sürekli olarak ailesinin evini basıp, kendisini aradıklarını duyunca gidip teslim olur. İkinci kez cezaevindedir.  

İbram Ali umut ederek ve hayal kurarak yaşayan bir genç olduğu için cezaevinde de hayaller kurmaya devam eder. Orada görüp tanık olduklarını, düşüncelerini, hissettiklerini yazmaya devam ederken, bir yandan da desenler çizer.  İbram Ali çizdikçe cezaevinde adı “Ressam Ali”ye çıkar. Bunları yaparken öte yandan da harçlığını çıkarmak için meslek edinme atölyelerine katılıp meslek öğrenmeye çalışır. Marangozluk işini sever ve bir süre marangozluk atölyesinde çalışır. 

İbram Ali içerdeki hayata uyum sağladığı sıralarda, onun için mucizeler yaratacak adam Nazım Hikmet, 1940’da Bursa Cezaevi’ne nakledilerek, Orhan Kemal ile aynı odaya yerleştirilir. Onun gelişiyle ünü bütün cezaevine yayılır.  

Nazım Hikmet ailesinin geçimini sağlamak zorundadır. Bu yüzden bir yandan dostlarının yardımıyla Bursa’da iş kurmaya çalışırken, bir yandan da para karşılığında mahkumların portrelerini yapmaya başlar.  

Nazım’ın resim yaptığını duyan Ressam Ali’yi bir merak sarar. Çünkü ilk defa kendinden başka birinin resim yaptığını duymaktadır. Onunla görüşüp tanışmayı çok ister. Bunun tek yolu da para biriktirip, ona portresini yaptırmaktır. İbram Ali ne zaman hayallerinden vazgeçmiştir ki? Bu hayalini gerçekleştirmek için de gerekli parayı biriktirir. Temiz gömleğini ve takım elbisesini giyer, kravatını takar, Nazım’ın karşısına portresini yaptıracak bir müşteri olarak dikilir. Bir hafta sürecek portre yapma süreci başlar. Tuval üzerine yağlı boya portresi yapılırken, Ressam Ali merakla Nazım’ı izler. Nazım’ın kullandığı malzemelere, yaptığı her davranışa büyük bir dikkatle ve hayranlıkla bakar. Bu maceralı portre yapma süreci olan bir hafta içinde, Ressam Ali için resim, çok daha büyük bir tutku halini alır. Büyülü portre, Ressam Ali’nin hayatının dönüm noktası olur. O güne kadar hiç görmediği, bilmediği tuval, fırça ve diğer resim malzemeleri ile Nazım’ın resim yapma yeteneğine hayran kalır. 

Tuval üzerindeki portresi bitince, ona bakarak merakla, heyecanla, safça ve masum bir şekilde sorar: “Şimdi bu nedir?”. Nazım da bu meraklı köylü çocuğuna cevap verir; ”Resim!” 

Ressam Ali, o andan itibaren “resim” denen şeye tutulup kalır. Beyni, yüreği, ruhu yalnızca resme odaklanır. Artık gelecekle ilgili tüm hayallerini resim üzerine kurar. Tuvaller, rengarenk yağlı boyalar, fırçalar ve diğer resim malzemeleri onun için hayatın olmazsa olmazları haline gelir. Nazım’ı kendine örnek alarak, koğuş arkadaşlarının portrelerini ve çıplak desenlerini çizmeye başlar. 

Ressam Ali cezaevinde resim keşfindeyken, köyde onun için gelecek planları yapılır. Gıyabında görücü usulüyle Fadime kız  istenerek nişan yapılır. Ressam Ali zihninde kurduğu hayallerle Fadime’nin portrelerini çizmeye başlar. Aynı cezaevinde yatan eski arkadaşı, yeni düşmanı İlez nişan haberini alınca deliye döner. Çünkü İlez Fadime’ye sevdalıdır ve onunla evlenmek istemektedir. Bu nedenle haber göndererek nişanı atmasını ister. İsteği reddedilince İlez de ölüm tehditleri savurmaya başlar. İlez, İbram Ali’nin kararından dönmediğini görünce bir grup laz arkadaşıyla tuzak kurarak onu hapishanede bıçaklar.  

İbram Ali’nin iyileşmesi, cezasının bitme zamanına denk gelir. İbram Ali olarak girdiği cezaevinden, Ressam Ali olarak çıkar. Nazım ile bu ilk dönemdeki yakınlığı burada kesilir.  

1942’de cezası bitip köye döndüğünde nişanlısıyla düğün hazırlıklarına başlar. Ama Seçköy’e dönen tek kişi İbram Ali değildir, Fadime’nin sevdalısı, İbram Ali’nin düşmanı İlez de cezasını bitirip köyüne döner. İlez boş durmaz; sık sık İbram Ali’nin yolunu kesip ölümle tehdit eder, evlerini birkaç kez kurşunlar, onu her fırsatta aşağılayıp insan içine çıkamaz hale getirir. O da artık bu tehditlere dayanamaz, evdeki çatıda sakladığı tabancasını beline takarak köyde silahlı dolaşmaya başlar. 

Düğün günü gelir çatar. İlez bu kez düğünü basar, olaylar çıkarır. Daha sonraki bir karşılaşmalarında ise köyün ortasında ikisi de silahlarını çeker, İbram Ali önce davranarak İlez’i vurur. Böylece İlez mezara, İbram Ali de 10 yıl ceza alarak, yeniden Bursa Cezaevi’ne düşer. 

1943’te üçüncü kez girdiği cezaevinde kendisini avutmak, öfkesini dindirmek için, geceleri sürekli resim düşünür, gündüzleri ise fırsat buldukça modelden desen çizerek tekniğini geliştirmek için çaba harcar. Resim yaparken hayatın tüm çilelerinden kendini arındırır, dünyanın güzelliklerine odaklanır ve gününü bayram eder.  

Çok geçmeden felaket haberleri köyden İbram Ali’ye sırayla gelmeye başlar. İlk kötü haber olan İlez’in ailesinin, kan davası güderek babasını öldürdüklerini, ziyarete gelen ninesi ve annesinden öğrenir. Daha sonra Fadime’nin doğum sırasında öldüğünü ve en son da yeni doğan evladının öldüğünü duyar.  

İbram Ali dibe vurmuştur. Aylarca üzüntüden öfkeden ne yapacağını bilemez. Yemeden içmeden kesilir, kendinden geçer, içine kapanır, kimselerle konuşmaz. Sadece uyur.  

Aylar sonra koğuş arkadaşlarının da yardımıyla kendini toparlamaya ve cezaevinde yeni bir hayat kurmaya karar verir. Nazım’ın önerisiyle Cezaevi Berberhanesi’nde berber olarak çalışmaya başlar. Artık hayata ve hayallerine yavaşca geri dönüyordur. Hayallerini, ressam olup hayatını resim yaparak kazanmak üzerine kurar.  

Sıkı bir çalışma sürecine girer. Yaptığı resimleri, bir otoportresi de dahil olmak üzere Berberhane’nin duvarlarında sergiler. 

Nazım Hikmet üç günde bir Ressam Ali’ye tıraş olmaya gelir. Bir gün tıraş olurken Nazım “İbrahim senin yeni bir portreni yapmak istiyorum; ilk yaptığım yeterince iyi olmadı” der. “Ben sana resmimi yaptırmam” diye tepkiyle cevap verir. Nazım şaşırarak “neden evladım, daha önceden yaptırmıştın ama?” diye sorar. Ressam Ali “ben kendim yapabilirim” der. Nazım bu kez de “peki benim portremi yapar mısın?” diye sorar. O da hiç tereddüt etmeden “tabii ki yaparım” der ve bir kağıt kalem alarak oracıkta yapmaya başlar. Nazım resim yaparken onu dikkatle izler. Daha portre bitmeden deseni alır ve bayılır. Akademi okuyup okumadığını sorar. Ressam Ali ortaokul bile okumadığını söyler. Nazım hiç tereddüt etmeden “istemez okul mokul istemez! Eğer istersen ben sana yardım edip, öğretirim, merak etme” diyerek kendisine moral verir. Böylece aralarındaki usta-çırak ilişkisi olan o tarihi süreç başlamış olur. 

O günden sonra Ressam Ali sık sık ve özgürce Nazım’ı koğuşunda ziyaret eder. Onun resim çalışmasını, resim yapma yöntemlerini, malzemelerini sürekli ve büyük bir merakla izler, hayaller kurar. Bu arada Nazım’ın başından geçenleri, siyasi görüşlerini, düşüncelerini dinler. Nazım’ın yolunu izlemeye, onun gibi tarihsel, kuramsal, bilgisel birikime sahip olmaya karar verir. 

Nazım’dan öğrendiklerini derhal uygular. Çıplak model olarak kullandığı koğuşundaki çıplak mahkumlara akademik yöntemle poz verdirerek yeni yeni desenler çizer.  

Onun resme olan tutkulu aşkını, yapma ve başarma inadını gören Nazım ‘’sen büyük bir ressam olursun ama serserilik yapmazsan’’ der ve elindeki tüm resim malzemelerini ona verir. Dışarıdaki yakın dostlarına da artık resim yapmayı bıraktığını, görevi Ressam Ali’ye devrettiğini yazar. 

Nazım’ın Bursa Cezaevi’nden Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta Ressam Ali’den şöyle bahsetmektedir: 

“Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, berberlik ediyor içeride. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz. Nihayet bir gün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynada kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim. Yaptığı resimleri Burhan Toprak’a yolladım. Müddeiumumi de ilgilendi. Sahici milletimle bir kere daha övündüm”. 

Henüz 22 yaşındaki Ressam Ali’nin ünü, resimlerinden önce İstanbul’daki sanat ve aydın çevrelerine böylece ulaşır. 

Babasının öldürülmüş olduğunu bir türlü aklından çıkaramayan Ressam Ali’ye Nazım, babasının portresini yapmasını tavsiye eder. Ancak bu şekilde bu duyguyla baş edebileceğini söyler. Ressam Ali, bu tavsiyeye uyarak, Berberhane’deki aynanın karşısına geçip, kendisine bakarak hatırladığı kadarıyla babasının portresini yapar. 

Nazım, Ressam Ali’ye resim ve sanat tarihi dersleri verir ama bu yeterli değildir. Resimlerine derinlik katmak için, içinde anlam ve fikir barındıran resimler yapabilmesi felsefe, sosyoloji, ekonomi ve politika da öğrenmesi gerekir. Nazım bu kez bu konularda eğitir onu. Ressam Ali bununla da yetinmez bilgiye aç iştahıyla okur, araştırır. Tarih, mitoloji, felsefe kitapları okuyarak kendini geliştirir.  

Ressam Ali cezaevinde değil de adeta bir akademideymiş gibi öğrenir, öğrenir öğrenir... 

Nazım, oda arkadaşı Orhan Kemal’i şiirden öykü yazmaya eğitirken, Ressam Ali’yi de desenden yağlı boya resme doğru yönlendirip, yetiştirir. Ressam Ali’ye “ben Memleketten İnsan Manzaraları şiirlerini yazıyorum, sen de memleketten insan manzaraları resimleri yapmalısın” öğüdünü verir. 

Ressam Ali bu öğüdü tutar ve heyecanla ilk önce kendi koğuş yaşamından insanları ve onların yer aldıkları başka hikayelerin resimlerini yapmaya başlar. İlk yağlı boya resimlerinden sayılan Cinayet ve Doğum da kendi hayatından tuvale aktardığı resimlerdir. 

Artık Nazım’ı ustası olarak görmeye ve bunu hayatının her yerinde göz önünde bulundurmaya ve dillendirmeye başlar. 

   İki yıl Bursa Cezaevi’nde yattıktan sonra Nazım’ın tavsiyesiyle İmralı Açık Hava Cezaevi’ne nakil ister. Çok zengin bir kütüphanesi vardır İmralı’nın; bol bol temel tarihsel kitap okur. Cezaevi yönetiminden aldığı izinle açık havada, doğada, mahkumların öküzlerle çift sürüp tarım yaptığı arazilerde resim yapar. Yağmurlu havalarda da cezaevinin ahırında öküzleri model olarak kullanıp desen çalışmaları yapar. Bu arada mahkumların portrelerini yapmaya devam eder. Yaptığı bir otoportresini Bursa Cezaevi’ndeki Nazım’a gönderir. İmralı’daki 4 yıldan sonra yasa gereği ‘’iyi hal’’ den tahliye edilmesine iki aya kala Nazım’a yazdığı bir mektuba gardiyanlar el koyarak yönetime bildirirler. Yönetim İbram Ali’yi siyasi propaganda yapmakla suçlar, soruşturma açar. Sonuçta Bursa Cezaevi’ne sürgüne yollanır. Siyasi suçlu sıfatıyla Bursa’da hücreye kapatılır ve 6 ay kimseyle görüştürülmez. 

Çok geçmeden Ressam Ali, İmralı’da açılan davadan beraat eder. Tekrar Nazım’a kavuşur ve onunla kaldıkları yerden devam etmeye başlarlar. Bu akademik hayat 1950’ye dek devam eder.  

Cezaevi’ne Nazım’la röportaja gelen gazeteci Sinan Korle, artık resimlerine Balaban imzasını atan Balaban’la da tanışır. Başından geçen dramatik olayları ve resimlerini yazısına taşır. Resimleri gazetede gören Abidin Dino şöyle yorum yapar: 

“Büyük bir sanat olayı karşısında bulunduğumuzu o ufacık renksiz iki resimden bile anlamak zor değil.’’ 

Genel af çıkınca Nazım ve Balaban özgürlüklerine kavuşur. Balaban hapisten çıktığında yanında  Nazım’ın her biri için şiir yazdığı İlkbahar, Mapushane Kapısı, Harman adlı üç önemli resminin yanı sıra Cinayet, Yol, Suda Dombaylar ve Doğum olur. 

Balaban köyüne büyük boy tuval resimleri ve dosyalar dolusu desenlerle döner. Baba evinde tuvalleri evin her yerine asar. Köylüler tarafından meraklı gözlerle ve kuşkuyla izlenir, tuhaf karşılanır, dışlanır, dedikodusu yapılır. Bu da köy hayatına alışmasında onu zorlar.  

Çok geçmeden Nazım’dan onu İstanbul’a davet eden bir mektup alır. İstanbul’a giderek Celile Hanım’ın evinde, Nazım ve annesi Celile Hanım ile 6 ay geçirir. Orada bir yandan resim yapar, bir yandan da Nazım ile İstanbul’u gezer. Resim konuları da gittikçe şekil alır; köyden geldiği için köy hayatına gerçekçi bir yaklaşımla yaptığı resimler sanat dünyasında ilgiyle karşılanır. 

   1951’de Nazım yurt dışına gider, Balaban da Sivas’ta askere. “Şüpheli kişi’’ sıfatıyla gözetim altında yapar askerliğini. Sivas’ta askerlik sürecinde Selçuklu-Osmanlı Çinileri ile Sivas kilimleri motiflerini ve Türk Minyatürlerini çalışır. Askerden döndükten sonra başına gelen tüm kötülüklerin ve üzüntülerin yaşandığı Seçköy’den Gürsu kasabasına taşınır.  1953’te Nazım’ın arkadaşlarının desteğiyle Fransız Konsolosluğu sergi salonunda ilk kişisel sergisini açar. Bu arada kız kardeşinin yönlendirmesiyle, Seçköy’e gidip gelirken Gülseren’le tanışır ve ona aşık olur. Ancak ailesi Balaban’a vermez kızlarını. Balaban da Gülseren’i kaçırarak evlenir. Nazım ve Hikmet adında iki oğlu, Aslı adında bir kızı olur. 

Balaban hayatının sonuna kadar resim yapar. Yurt içi ve dışında sayısız sergi açar. 12 Temmuz 1996’da UNESCO Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği’nin onur üyesi olur. Ona pek çok ödül, fahri doktora ve profesörlük unvanı verilir.  

Yaşamı ve insanı seven, başladığı işi bitiren, son nefesine kadar üreten, inandığı davadan vazgeçmeyen, içindeki çocuğu ölene dek canlı tutan ve bunları eserlerine yansıtan bir kültür ve sanat adamıdır Balaban. 

O insana önem verir. İnsanın yaratması için emek harcaması gerektiğine inanır. İnsana verdiği bu önemden dolayı perspektif kurallarını yok sayar, diyalektik ölçüler kullanır. Eserlerindeki insan figürlerini daha büyük çizmesinin nedeni bundandır.  Adeta resimlerindeki ışık, figürlerin içinden çıkarak onları aydınlatır. Resimlerini yaparken başkalarını kopya etmek yerine kendi yaşantısını örnek alır. Anadolu insanının sevinçlerini, mutluluklarını, duygularını ve maceralarını resimlerine katar.  

Balaban’a göre sanat yaşamın izdüşümüdür. Resim yaparken konuştuğunu, konuştukça yaşadıklarının derinlerden, su yüzüne çıktığını söyler. Böylece konu ortaya çıkar. Ona göre her konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar. Eğer öze göre kabuk bulamıyorsa o resmi yapmadığını söyler. 

Balaban, sanat hayatını Dağınık, Nakışsı, Ağır Aksak, Oyuncaksı, Tutsak, Özgürlük gibi dönemlere ayırır. Önceleri köy yaşamının yoksulluğunu ve köylü üretim araçlarını resmeder. Sonra destanlara, halk inançlarına, halk kahramanlarına, söylencelere ve mitolojiye uzanır. Ardından kente göçü, kentteki yaşamı ve demokrasi mücadelesini ele alır. Konuları, hayatına ve bilgi birikimine paralel olarak, değişen sosyolojik olaylarla şekillenir. 

Balaban yaşamı boyunca 2000’den fazla tablo ve bunun birkaç katı fazla desen üretti. Yayınlanmış 11 adet kitabı bulunmaktadır. 

(Gürbüz,S.2021)